Başarma metodum cahil cüretiydi!

RÖPORTAJ

Dededen yadigar meslekler vardır ya, Savaş Alp Başar için oyunculuk aslında tam olarak bu! Zira dedesi büyük oyuncu Savaş Başar, hatta onun adını taşıyor ve yaşatıyor. Babası Kemal, annesi Lale Başar... Bunlar yetmezmiş gibi amcası da Yalçın Başar... Yani maaile oyuncu bir aileyle karşı karşıyayız. Üstelik yeni kuşak temsilcisi öğrenmeye aç, meraklı, kendini ifade edecek yollar bulmaya sevdalı! Çünkü bu devir sana kendini sağaltacak hem çok seçenek veriyor, hem de azla yetinmenin terbiyesini öğretiyor. Gençlerin işi çok daha zor! Savaş Alp Başar'ı ilk kez Köksüz filminde izlemiş ve oynama halini gerçek-miş gibi yapmasını aklımın unutulmayan köşesine atmıştım. Bir gün tecrübesizken o gerçekliği sağlayan şeyin ne olduğunu soracaktım! Tam da kendime cahil cüretini hatırlamam gerektiğini söylediğim bir dönemde karşılaştık Savaş Alp Başar'la... Ve ben geç kalan sorumu sordum. O da tüm samimiyetiyle cevap verdi. Şimdi sizi başarmış ama başaramadığını da kabullenmiş, istemiş ve istenmediğinde de nedenini anlamaya çalışmış, olgunlaşırken bunu merak etmiş bir oyuncu-müzisyenle, Savaş Alp Başar'la tanışmaya davet ediyorum. Buyrun röportaja... 

HİÇ TİYATRO TUTKUM OLMADI

Anne oyuncu, baba oyuncu, dede oyuncu, amca oyuncu. Sanki Savaş Alp için oyunculuk olmazsa olmaz gibi duruyor. Oyunculuk zorunluluk muydu sizin için yoksa tutku muydu?

Aslında bana kodlanan durum biraz daha farklıydı. Hem dedem, hem de babam oldukça mücadeleci insanlardı. Ben babamın mücadelesini görerek büyüdüm. Çocukluğum çok keyifliydi. Ankara’nın envaı çeşit tiyatrosunda kaybolarak büyüdüm. Bütün amcalarım, teyzelerim Devlet Tiyatrosu oyuncuları, her yerde makyajlı yüzler, şen şakrak tipler, kostümler... Ancak gariptir ki, belki içine doğduğumdan, belki de alışık olduğumdan 2017’de Köksüz’ü çekene kadar hiç tiyatro tutkum olmadı.

Sanat kıskanç bir sevgili gibidir ve tüm vaktini onunla geçirmeni ister. Sizin ailede bu kadar sanatçı varken, oyunculuk anne ve babanızı hep sizden almıştır. Sizin sanatı seçme nedeniniz farkında olmadan ailenizle yakınlaşmak olabilir mi?

Sanat ve özellikle de klasik sanatlar bir konsepttir. Şöyle ki; kıskanç bir sevgilinin toksikliği seviyesinde disiplinli olmanız gerekir. Ona göre yaşamanız; yediğinizi, içtiğinizi, hayat tarzınızı ve her şeyi icra ettiğiniz enstrumana bir nevi “köle’’ yapmanız gerekir. İster bale, ister enstrüman veya tiyatro olsun! İşte bunların bilincinde olmadan; yani bunun da her meslek gibi, hatta birçoğundan daha fazla kriteri olan bir meslek olduğunu anlamadan, bir sanatı bilinçsizce icra etmeye çalışmak hüsran oluyor sonunda. Beni en çok etkileyen, daha doğrusu bana en çok güvenen kişi ise babam ve Yalçın (Başar) amcam oldu. Sayelerinde Bilkent Üniversitesi’nde klarnet ile başladım serüvenime. Var olsunlar…

STANİSLAVSKİ METODUNA İNANIYORUM

Sizi ilk kez Köksüz’de izlemiş ve kaygısız oyun biçiminizden keyif almıştım. “Nasıl görünüyorum, ben kimim, iyi oynadım mı?” gibi kaygılarınız yoktu. Ergeni ergence oynarım, ister beğenin ister beğenmeyin gibi bir tavır vardı orada! Bu gerçekçiliği yakalamak hiç kolay değil!

Teşekkür ederim. Deniz Akçay’ın ilk filmiydi Köksüz ve gerçek bir hikayeydi. Mahalledeki karakterlerin çoğu, Romanlar, anneanne, taksiciler, esnaf gerçekten o işi icra eden kişilerdi. Anneanneyle bir sahnem vardı; hiç unutmam, ben ağlamaya başlayacağım ve o da beni teselli edecek. Ben ağlamaya başladım, o benden daha çok ağlamaya başladı. Öyle olunca ağlaya ağlaya birbirimizi sakinleştirmeye başladık, sakinleştirdikçe daha çok ağladık, ağladıkça daha çok… Deniz Abla kesmedi, o da ağlıyordu. Hatta herkes ağlıyordu. Bu gerçeklik ve özgünlük sayesinde çok başarılı oldu Köksüz. Yurt içi ve yurt dışında neredeyse her festivalin adayıydık. Birçok ödül aldık. Küçüktüm, 17 yaşımdaydım, kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, çok mutluydum. Hemen bir menajerim oldu, başka teklifler geldi ve ben Türkiye’de çekilmiş en iyi sanat filmlerinin birinin “Umut Vaat Eden Genç Başrol Oyuncusu”ydum. Hem de Altın Koza’lı, Siyad’lı, Nürnberg’li, Ankara’lı…

Şahane değil mi bu süreç… Peki, Köksüz’de nasıl bir metot uygulamıştınız?

Biliyor musunuz aslında cevap çok basit! Ben Stanislavski dışında metot oyunculuklarına pek inanamam. Politik veya sadece bir çağa hitap ediyor benim gözümde diğerleri… Gerek Adler, gerek Brecht… Ve inanın neticede hepsi Stanislavski’yle sonuçlanıyor. Kamera önü eğitim denilen şey ise tamamen maddi kaygılarla verilen bir eğitim. Oyunculuk oyunculuktur. Sahnede öğrenilir. Kamera önünde zamanla çeşitli mekanikleri öğrenirsiniz. Amorsta nasıl duracağınız, ışık takibi, karşınızdaki oyuncuyu gölgede veya arkası dönük bırakmamak, onun sahnesinde diyagonal durup onun yüzünü göstermek, yakınlarda ne olursa olsun orada bulunup karşınızdakine aynı duyguyu vermek gibi... Bunları hızlı bir kurs gibi tabii ki öğretebilirsiniz ama en fazla iki hafta sürer!

Ve uyguladığım metot ise tamamen cahil cüretiydi. Oyunculuk kolay başlar, zorlaşır ve “Prime” dediğiniz döneminizde tekrar kolay olur. Bu da aşama aşama gerçekleşir. Başlangıçta özgüvenli olup keyif almak, ki bu cahil cüreti kısmıdır, ortalarda ne yaptığını fark edip elinin ayağına dolanması şeklinde olur ve sonlarda yaşanan tecrübelerin, kameraya ve sahneye tamamen matematiksel bir alışmanın harmanıyla tekrar başa dönersiniz. Yani çocuk gibi oynayabilmek. Bildiğin “to play’’ seviyesine gelmek. Bunlar çok zor! Disiplin, konsantrasyon ve şuur. Ben kendimi ortalarda hissediyorum. Umarım hakkını veriyorumdur.

BU MESLEKTE BEKLENTİYİ ÖLDÜRMEK LAZIM!

İlk sinema filminizde anneniz yine annenizi oynadı. Bu durum keyifli miydi?

2012 yılında müzik okuyordum. Benim için çalkantılı yıllardı. Gençliğimin başları, ergenliğimin sonu... Yaramazdım, oldukça hareketliydim. Ne istediğimi bilmiyordum ve dağılmaya çok müsaittim. Sık tartışırdık ailemle. Bir gün annem aradı, yanında yönetmen ve yapımcı vardı. Bir ‘audition’a (deneme çekimi) gitmiş. Köksüz diye bir film için oğlunu oynayacak bir çocuk arıyorlarmış ve bulmakta çok zorluk çekiyorlarmış. “Denemek ister misin?” dediler. Annem tebessümle, ki çok doğal kadındır, “Tam sen salak” dedi. Gittim. Film çekildi, başarılı oldu ve Altın Koza Film Festivali’nden sonra eve döndük. Hiç unutmadığım bir andır hayatımda.

Neden?

Evdeyiz, çok kalabalık ve herkes keyifli. Babam bir köşede keyifsiz oturuyor. “Ne oldu? En mutlu günümüz, neden somurtuyorsun?’’ dedim. Bana bir 10 saniye baktı ve “Çok iyi olmadı” dedi. Bunu çok sonra anladım. Bu bana bir yüktü. Beklenti ve başarı açlığı doğurmuştu. Ama bu çok erken bir başarıydı. Sonraki senelerde psikolojik olarak beni çok zorladı. Mesleğe olan inancımı kaybetmeme yol açabilirdi. Tiyatroda da pek çok başarım, adaylıklarım ve ödüllerim oldu ama babamın dediği şey çok doğruydu. Bu meslek zor! Metin olmak, pes etmemek ve beklentiyi öldürmek lazım. Yoksa yol uzun ve her iş gibi bu da yükselir ve düşer. Şuursuzca yapan biri hayatını kolaylıkla boşa harcayabilir.

EV TİYATROMUZ SAYESİNDE DÖNÜYOR

Şimdi tiyatroda babanızın yönettiği “Söz Veriyorum” oyununda rol alıyorsunuz. Seçmelere girdiniz mi, o süreç nasıl oldu?

Babam ‘Tiyatro Keyfi’yi 2012 yılında kurdu. Türkiye’de örneği olmayan bir özel tiyatroyuz. Minimal bir çizgide, özgün metinlerle ülkemizi yurt dışında temsil eden az sayıda tiyatrodan biriyiz. Ve tek mesleğimiz bu! Yani ev, Türkiye’de sahip olduğumuz özel tiyatromuzun sayesinde dönüyor. Tabii ki diziler, filmler çeşitli projeler olduğunda yapıyoruz. Ancak biz tiyatrocuyuz. “Söz Veriyorum” harika ve çok zor bir eser. Babam yapmaya karar verdiğinde bana söylediği tek şey, “Söz Veriyorum yapıyoruz ve sen Marat’sın” oldu. Onur duydum ve çok çalıştım. Tiyatro Keyfi bir kumpanya. Kar amacı gütmeyen, gençlerden faydalanmayan bir yer! Hepimiz, Yüksel Aymaz’ın elinde ışık asmayı, Alparslan Karaduman’ın elinde hareket etmeyi, dekor kurmayı ve tiyatronun hemen hemen her temelini çocukluktan itibaren öğrenerek yetiştik. Benim 10 senelik şirketimizdeki 4. oyunum oldu. Bir müzikalin (Amy Winehouse) bestelerini yaptım ve bir çocuk oyunu yönettim. Oyun takvimlerine sosyal medyada Tiyatro Keyfi yazarak erişebilirsiniz. Biletler her portalda.

Şimdi babayla çalıştığınız için size “Hayat sana kolay” diyenler vardır ama ben hep bunun daha zor olduğunu düşünenlerdenim. Babanızla çalışmak, kendinizi ona onaylatmak normal bir oyuncu olmaktan daha zor mu?

İki çocuk düşünün… 5 senelik bir flört döneminin ardından konservatuarı bitirdikten sonra Bursa’ya tayin olup hayatlarını kurmaya başlamışlar. İsimsiz, genç ve hevesliler. O kadar hoşuma gidiyor ki onların hayatı… Zorluklar ve eğlenceler çok ama hep tiyatro var. Efsane isimlerle bir aradalar… Müşfik Kenter, Yıldız Kenter, Semih Sergen ve daha cabası. Altın bir çağın içinde, oturarak değil Türkiye’yi köşe bucak gezerek, yüzlerce saat sahnede kalarak inşa edilmiş iki isim var ortada! Ben de onlar gibiyim. Tabii ki kişisel olarak çok büyük bir şans benim ki! Babam yapımcı değil, annem de. Ben hep bir varoluş çabası içinde olacağımı bilerek başladım mesleğime. Öyle de oldu ama şükür ki kendi ismimi az çok, iyi kötü yaratabildim. Saatlerimi ve günlerimi feda ederek! Ailemin gittiği yoldan! Eskiden külfet gelirdi, anası babası oyuncu yolu açık derlerdi… Öyle olmuyor. Başarılar, başarısızlıklar, tercihler... Hayat herkes için böyle! Benim için de böyle oldu.

OLGUNLAŞMA SÜRECİNİ ANLATMAYI HEDEFLEDİĞİM ALBÜM

Sizinle hiç yüz yüze tanışmadık ama şarkınız Matem’i dinledim. Yenilikçi ama köklerine bağlı, eskiyle yeniyi sentezleyen biriymişsiniz gibi hissettim. Sizin Matem hikayeniz nasıl başladı ve bu yolun size nereye götürmesini istiyorsunuz?

Çok teşekkür ederim. Matem yeni çıkardığım EP’im İyi ki’nin ilk şarkısı! Aslında kronolojik olarak bir bireyin olgunlaşma sürecini anlatmayı hedeflediğim bir albüm bu. Şarkılar sırasıyla, sözleri ve müzikleriyle bir bütünü tamamlayacak.

Oyunculuk özellikle doğru projede, doğru menajerle, doğru oyunda yapması en keyifli meslek bence! Sıkıntı şu ki, müziğin farkı tamamen özgün olması. Tiyatro veya kamera önünde oynamak ne kadar keyifli olursa olsun. Yönetmene ve projeye bir noktada sadık kalmanız lazım, ki bu olması gereken bir şey. Bir de hiç içinize sinmeyen, kot kafalı bir ekiple çalıştığınız, size doğru gelmeyen şeyleri söyleyemediğiniz bir işte olduğunuzu düşünün. İşte o zaman gerçek külfeti hissediyorsunuz. Oyuncunun en özgür olduğu alan, yönetmenin onu ikna etme zorunluluğudur. Oyuncu ikna olmazsa oynayamaz. Ama bugün oynamak zorunda! Çünkü bir dizi finansal olarak bir tiyatrodan çok daha getirisi olan bir alan. Tabii ki işine hakim bir oyuncu, kendinden birçok parça koyarak o rolle pekala eğlenebilir ama yine de ortada bir sadakat söz konusu. İşte yaptığınız müzik toplumda kabul gördüğünde sadık olduğunuz tek şey kitleniz ve kendiniz oluyor. Ve bence bu paha biçilemez. Oyunculukta birçok doğrunun bir araya gelmesi gerekirken, müzikte ipler biraz daha sizin elinizde. Tabii ki oyunculukta önünüze gelen altın tepsi, gördüğünüz saygı, insanların sizi koyduğu konum müzik yaparken yok. Ama bu da işi daha heyecanlı yapıyor bence. Sanatı destekleyin. İnanın hayatınıza bu kadar anlam katan bu meslekler, icra edenlerin hayatını kazanmak için çok uğraştığı şeyler!

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.