“Seyahatin önündeki tek engel kapının eşiğidir.” der bir Bosna atasözü. Ancak yaşadığımız dönemde tek engel eşik midir, bu tartışılır... Zamanı olup parası olmayanlar, parası olup zamanı olmayanlar, ne zaman ne de paraya sahip olmayanlar ve başka başka sayısız yan sebep sıralanabilirdi. Ancak Covid-19 önümüze öyle kocaman bir eşik ve dolayısıyla engel ördü ki, bırakın seyahat etmek için, bakkala gitmek için bile evimizden dışarı adım atamaz olduk. Hayat ne zaman normale döner ve eşiklerimiz bize engel olmaz hale gelir şu an için öngörülmez bir noktada bekleyedursun, ben bu kabusun hemen öncesinde gidip görme fırsatı yakaladığım Kuzey Makedonya'nın başkenti Üsküp'ten bahsedeceğim. Öyleyse gezi başlasın...

Annemle birlikte, turla gitmeyi tercih ettiğimiz Üsküp'te bizi ilk sürpriz havaalanında bekliyordu. Rehberimizle buluşma noktasında sadece 4 kişi olduğumuzu öğrendik. Diğerleri de son derece kafa dengi 2 genç olunca, açıkçası bu durum bizim için avantaja dönüştü. Kalabalık bir grupla oradan oraya sürüklenmektense, tüm gezinti adeta özel bir tur havasında geçti. İkinci sürprizi ise bize yağmur yaptı ve 2 gün boyunca asla durmadı...

Üsküp'e vardığımızda ilk ziyaretimiz UNESCO tarafından koruma altına alınmış bir Osmanlı dönemi eseri olan Yahya Paşa Camii oldu. Burada UNESCO koruması altında olan tek cami o değil, yine Osmanlı dönemine ait olan Îsâ Bey Cami, Sultan Murad Cami, Alaca İshak Bey Cami, Murad Paşa Cami, Köse Kadı Cami, Mustafa Paşa Cami, Dükkâncık Cami'si de koruma altına alınmış yapıtlar arasında. Yahya Paşa Üsküp’teki en uzun minareli cami ve günümüze gelene kadar birçok kez ciddi hasarlar görmüş. Bu sebeple mimari anlamda büyük beklenti içinde olmak yanlış olur...

İsa Bey, Mustafa Paşa ve Murat Paşa camilerini de dışarıdan görme fırsatını yakaladığımız gezide, günümüzde Üsküp Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni de içerisinde barındıran Sulu Han ikinci durağımızdı. Bahçesine girdiğimizde bizi heykellerle karşılayan han, Tarihi Türk Çarşısı'nın tam göbeğinde yer alıyor. 15. yüzyılda inşa edilmiş ve adını da yanı başındaki Serova Irmağı’ndan almış. (Sanırım benim soyadımın da kökü bu ırmağa dayanıyor...)

Osmanlı döneminde içinden çıkan suyun şifalı olduğuna inanılan Davut Paşa Hamamı da Üsküp gezi rotalarından biri. Tarihi yapısının korunması maksadıyla sanat galerisine çevrilen hamam bugün Makedonya Ulusal Galerisi adıyla hizmet veriyor. Doğrusu yolumuz şehrin simgelerinden Taşköprü'ye düşünceye kadar hayal kırıklığı içimize açılan kapıyı tıklatmadı değil...

Neyse ki, birçok defa yeniden onarılmış olmasına rağmen hala özgün yapısını koruyan Taşköprü aradığımız o tarihi kokuyu bir nebze de olsa solumamızı sağladı. Köprü, Vardar Nehri'nin iki yakasını birleştiren, Türk Çarşısı ile kentin yeni yerleşim bölgesindeki Makedonya Meydanı arasındaki önemli bir geçiş noktası... Kimi kaynaklara göre Mimar Sinan tarafından yapıldığı belirtilen ve ulaşımdan öte, görmüş geçirmiş bir dede edasındaki köprünün mağrur görüntüsü, maalesef her iki tarafındaki meydanlara yerleştirilmiş heykellerin ve yanına inşa edilmiş yeni bir köprünün gölgesinde bırakılmış...

Etrafında kafe, restoran ve alışveriş noktalarının yer aldığı Makedonya Meydanı’nı ise tek kelimeyle anlat deseler, herkesin cevabı "heykeller" olur... Sayısız ve devasa boyutta heykeller... Makedonya Kralı Büyük İskender’in çocukluğundan itibaren çok sayıda heykeli dikilmekle kalmamış, annesinin hamileliğine dair dev bir heykel bile yapma gereği duyulmuş. İşin özü, bu meydanda heykele doyuyorsunuz... Meydan etrafında yapılan yürüyüşlerde de kendinizi "sebebi neydi ki" diye sorgularken bulabileceğiniz, irili ufaklı çok sayıda enteresan heykele rastlamak mümkün...

Köprünün diğer ucunda kalan Türk Çarşısı ise eski tarihi dokusundan bir şey kaybetmemiş olarak karşıladı bizi. Burası antika dükkanlarının, Osmanlı yapılarının, yöresel eşya ve lezzetlerin yer aldığı bir nokta. Bizim gittiğimiz tarih dolayısıyla son derece boş ve renksiz olmasına karşın, bahar ve yaz aylarında turistlerin uğrak yeri olarak cıvıl cıvıl olduğunu düşünmek istiyorum...

Şehrin en eski semtlerinden Gazi Baba'da bulunan Üsküp’ün sembol eserlerinden Saat Kulesi'nin inşa tarihi ve kimin eseri olduğu ise muamma. Sultan 2. Murat Camii’nin bahçesinde bulunan kule, kilise mimarisini andırıyor. 1963 depreminin ardından onarılırken orijinal saatleri çalınmış ve ta 2008 yılına kadar saatsiz kalmış bir saat kulesi kendisi...

Üsküp'te ne yenir derseniz, baba tarafımdan Ohri, anne tarafımdan Üsküplü biri olarak bu konuda biraz şaşırdığımı söyleyebilirim. Bizim bildiğimiz şahane Makedon yemeklerine burada hiç rastlamadık. Sadece Üsküp Köftesi ve kiremitte kuru fasulye ön planda. En azından tatlılardan Kaymaçina'yı görmek bizi sevindirdi...

Öte yandan gezimizin çıkış noktasının, annemin doğduğu ve 3 yaşındayken ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç ettiği bu şehre ilk ziyareti olduğunu belirtirsem, küçük tatilimizin bizim için anlamının da altını çizmiş olurum.
Peki gezi bitti mi? Bitmedi elbette! Yolculuk bir sonraki yazımda Üsküp'ten, doğa ve tarihi dokusuyla büyüleyici Matka Kanyonu'na doğru devam edecek...