21.04.2022, 09:41

Filmlerle partilemeyi bu festivalle hatırladık!

Pandemi sonrası uzun zaman sonra ilk defa İstanbul Film Festivali’ne fiziki kavuştum. Öncesinde yıllardan beri takip ettiğim festivale, yaklaşık iki yıldır çevrim içi olarak erişiyordum. Uzun sürenin ardından İstanbul’a sadece film izlemek için ve festival coşkusunu yaşamak için gelmek çok heyecan vericiydi. Bu yıl basın için ayrılan gösterim yeri ise, City’s Nişantaşı’nda bulunan Cinewam Sineması’ydı. Bu yıl o kadar büyük heyecanla geldik ki festivale, izleyeceğim filmleri önceden belirleyip seyahat için de şahane bir plan yaptım. Bolca İstanbul sevdamı dindirdiğim, filmden filme koşturduğum, salonlar arası mekik dokuduğum muhteşem bir festival anısı daha kazıdım geçmişe. Festival salonlarına açılan MUBI standına da değinmek istiyorum, bizlere bez çanta içerisinde birçok hediyeyi bir araya getiren şahane bir konsept hazırlamışlardı. Bu konuda festival takipçilerini düşünen MUBI’ye de sonsuz teşekkürler.

Festivalin kapanış maskotu: Gaspar Noe

Festivalin yılın merak edilen filmlerini getirmesinin yanı sıra, partileriyle de çok meşhurdur. Festival bünyesinde gösterilen “Aşk, Mar ve Ölüm” belgeseli için düzenlenen konser ve parti temalı eğlence muhteşemdi. Neredeyse hepimizin yükseldiği film, adeta bu konserle daha da anlamlı bir hale geldi. Almanya’da Türk müziğini sevdiren Cavidan Ünal ve Muhabbet gibi isimlerin sahneye çıkması ve efsane şarkıları söylemesi, muhteşem bir görsel şölendi adeta.

Ayrıca festivalin son günlerine gelen ve “Vortex” filmiyle Uluslararası Yarışma’da ‘En İyi Film’ ödülünü alan yönetmen Gaspar Noe, adeta şov yıldızı olarak festivalin simgesi oldu. Filmi için söyleşiler yapan Noe, festivalin kapanış töreni partisinin de ilgi odağı oldu. Filmlerinin müzikleri çaldığı sırada DJ kabinime geçen Noe, parti katılımcılarına şahane dakikalar yaşattı. Resmen kapanış partisinin maskotu olan Noe ile herkes fotoğraf çektirme yarışına girdi.

Hangi filmleri izledim?

Festival seçkisi, yine birbirinden merakla beklediğimiz filmlerle doluydu. Çok beğendiğimiz, yerlere göklere sığdıramayacağımız filmler de vardı, hayal kırıklığı yarattığını söyleyebileceğimiz yapımlar da söz konusuydu. Ama her bir anından, art arda 3 film izlemekten ve filme doymaktan son derece mutluyum. Uluslararası filmlerle başlarsak, favorim kesinlikle “İyi Patron” yani “The Good Boss” filmi oldu. Fernando León de Aranoa’nın yönettiği film, sanayi tipi tartı üreten bir fabrikada geçiyor. Babasından miras kalmış bu işletmeyi ayakta tutmaya çalışan, iyi bir patron olmaya çalışan ama kimi zaman da zor ve prensiplerinden vazgeçmeyen bir adamı izliyoruz. İyinin çok iyi olmadığını, kötünün de çok kötü olmadığını anlatıyor aslında film. İyi-kötü insan dengesinin bu kadar ironili anlatıldığı, terazi üzerinden insan manzarası yapan, ruh dinlendiren ve eğlendiren bir film. Kara komedi türündeki senaryosu son derece başarılı ve etkileyici. Grev, işten çıkarma, yasak ilişkiler, şehvet ve daha birçok ilginç konunun bir araya geldiği muazzam bir film. Javier Bardem yine makyajla bambaşka biri haline gelmiş. Oyunculuk performansının üstünlüğünün yanı sıra, kadrodaki tüm oyuncular da ona muhteşem birer eşlik olmuşlar.

Festivalde uluslararası yarışmadan ‘En İyi Film’ ödülünü kazanan ve Gaspar Noe imzalı “Vortex” de, naif hikayesiyle dikkat çekti. Filmin bende biraz da olsa hayal kırıklığı yarattığını söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü Gaspar Noe'den beklediğimiz bu hikaye miydi?' diye iç geçirerek izledim filmi. Aslında filmin anlatımı konusunda hiçbir sorun yok, ama Noe’den daha çılgın ve dinamik bir film beklediğimi de itiraf etmeliyim. Belki beklediğim değildi ama ekran yapısı, kamera açıları ve müzikleriyle kendini hissettiren bir Noe görmedik değil. Bir karı kocanın son demlerindeki hikayesine odaklanan Noe, yine o farklı ‘uniq’ tarzından da vazgeçmemiş sinemasında.

Michel Franco’nun yönettiği “Gün Batımı” filmi de çok beğendiklerimden… Venedik Film Festivali’nde prömiyer yapan film; tropikal bir tatil ortamında başlayan macerasının, yerini bir anda gerilime bırakıyor. Bir aile trajedisi izletme zevki yaşatıyor izleyenlere. Ablası ve çocuklarıyla tatile çıkan bir adamı izlerken bir anda acı haber sonrası tepkisizliğini, ailesinden uzaklaşmak istemesini ve daha birçok kopuk hayat stiline kendini vakfettiğini görmek film boyunca soru işaretleri oluşturmanıza neden oluyor. Hem merak unsuru hem de bolca durum komedisi kahkahası attıran senaryo, beni filme fokusladı ve içinden çıkamadım. Aşırı trajikomik anlara şahit olunuyor filmde ve anlayamıyorsunuz. Vicdan sorgulaması da var filmde ve aslında bu sorgulamanın seyir değiştirmesi de ayrı bir heyecan taşıyor.

Justin Kurzel’in 2021’de Cannes’da ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülü kazanan “Nitram” filmi de dolulkça ilgi çekiciydi. Masumane bir ergenin büyümesi üzerine bir hikaye başlatan film, bir yandan katliam serüveni girdabına sokmasıyla dikkat çekiciydi. Yaşlı bir kadınla genç bir oğlanın arkada olması, farklılıklarını bir araya getirip bir bütün elde edebilmesi fikrini çok sevdim. Caleb Landry Jones’un performansına bayıldım… Joacquin Phoenix’in başrolünde oynadığı “Yaşamaya Bak” filmi de, belgesel gibi başlayıp yönünü bir baba-oğul tadında bir arkadaşlık ilişkisine götüren güzel bir sürece odaklanıyor. Seyahatli bir hayatı olan radyo muhabirini anlatan film, ilişki kurma ve yeni biri tanımak üzerine duygusal bir yapım olmuş.

Festivaldeki bir diğer favorim ise, Berlin Film Festivali’nde gösterilen “Aşk, Mark ve Ölüm” belgeseli oldu. Almanya'daki gurbetçi müzisyenlerin yaşamına ve belli bir dönemin siyasi iklimine farklı bir bakış açısını tartışmaya açan belgesel film; müzik kullanımı, röportaj çekimleri ve arşiv görüntüleriyle de dikkat çekiciydi. Özellikle hiç bilmediğimiz ve bir yerlerde saklı kalmış sırları da aralayan film, yönetmenlik performansıyla da hayran olunasıydı. Bolca müzik, kahkaha atacağınız espriler ve duygusallığı da bulunan tatlı bir belgesel olmuş. Hikayedeki karakterler o kadar samimiler ki, hayran olunasıydı... “Sie liegt in meinen armen” şarkısıyla bilinen Muhabbet ve “Çileee’ diye bağıran Cavidan Ünal kısımları acayip eğlenceliydi. Filmde ayrıca Yüksel Özkasap, Hatay Engin ve Cem Karaca gibi ustaları da es geçilmemesini sevdim. Herkesin sevgilisi ve Alman şarkılarıyla da orada bir çığır açtığı anlatılan Cem Karaca’nın sürgünde yaşadıkları özellikle izlenilesi. Ayrıca röportaj yapılan herkesin üstünde tişörtünde ya da duvarlarda posterlerde bir Barış Manço da görüyorsunuz. Bu o kadar güzel bir doku ve dikkat çekici bir detay ki, ağlamamak elde değildi…

Gelelim Ulusal Yarışma’ya… En İyi Senaryo, En İyi Kadın Oyuncu ve Mansiyon Erkek Oyuncu gibi ödüller kazanan “Ela ile Hilmi ve Ali” Üç bambaşka karakterin bir araya gelişiyle tuhaf ama trajikomik bir hikaye sunuyor izleyene. Yaş çatışması üzerinden güçlü bir ilişki ağı sorgulaması yapan film, evle sınırlı mekan tasarımıyla aslında uçsuz bucaksız bir dünya yaratmış kendine. Gerilim dokularını başarıyla kullanan film, yönetmen Ziya Demirel’in açılarıyla da başka bir boyut kazanıyor. Demirel, ilk filmine göre muazzam bir senaryo ve yönetmenlik performansıyla izleyici karşısına çıkıyor. Üç oyuncunun her bir ayrı başarısıyla izlenilesi... Serkan Keskin’in başarılı performansı, filmde güneş gibi ortaya çıkıyor. Ece Yüksel’in bir yıldız gibi parladığına ve göğe yükseldiğine tanık oluyorsunuz. Özellikle telefon ve süpürge sahnelerinde olağanüstü, erik yemelerini de es geçmemeli… Filmin genç oyuncusu Denizhan Akbaba ise adeta umut vadediyor. Karakterine o kadar hakim ki, kendinden parçalar eklediğini de görebiliyoruz ve yaşayan bir karakter inşası hissediyoruz…

Festivaldeki favori filmlerinden olan “Çilingir Sofrası”, Ali Kemal Güven’in kısa film ve tiyatro yönetmenliği sonrası ilk uzun metrajlı filmi olma özelliğini taşıyor. İki çocukluk arkadaşının yıllar sonra bir araya rakı sofrasında bir araya gelip geçmişi döküşlerine şahit eden film, kendimizi de kendi içimizdekini de sorgulamamıza neden oluyor. Saf ve masum duyguları, meyhane sofrasında işleme şekliyle başarılı bir iş ortaya koyan film, kimi zaman aşırı hareketli aktüel kamerasıyla zor izleme yaratıyor. Ayrıca ideal süresiyle izleyici yakalayan film, sürpriz noktalarıyla da dikkat çekiyor. Yönetmenin oyuncu yönetimi konusunda da büyük başarı yakaladığını belirtmek gerek. Ahmet Rıfat Şungar, her zamanki gibi başarılı oyunculuyla filme artı kattığını hissettiriyor. İlk defa keşfettiğim Barış Gönenen ise, adeta sinema için bir milat olduğunu ve oyunculuktaki gizli sırlarını bir an önce sinemada izleyiciyle buluşturduğunu da gösteriyor. Adeta karakterle duygusal bağ kurduğunu hissettiren Gönenen, dikkat çekici ve ilerde başka projelerde de bayılacağımız bir oyuncu olacak…

Video çalışmalarıyla bildiğim Gizem Kızıl’ın ilk filmi “Bana Karanlığını Anlat” acı bir olayı mizahla karıştırarak güzel bir hikaye sunuyor izleyene. Bir karı-koca boşanma çekişmesini bu kadar iyi anlatabilirdi dediğim, kara komedisini sürekli yüksekte tutan güzel bir film oluş. Tabi kısa filmi veya tiyatrosu yapılsa daha da iyi olabilirdi diyebileceğimiz bir hali de yok değil, ama iyi bir hikaye yakaladığını söylebiliriz. Aslıhan Gürbüz’ün muazzam oyunculuyla karakteri alış şekli, izlenilesi bir hale sokuyor filmi. Gürbüz o oh çekme, hüznü boşaltma ve acı çekme hislerini o kadar gerçekçi bir hisle yansıtıyor ki, hayran olmamak mümkün değil… Anne karakterindeki Serpil Gül’ün de tipik anne rolünde başarılı bir performans sergilediğini belirtebiliriz. Ayrıca Almancı rolündeki Mehmet Yılmaz Ak’ı da sevdiğimi söylemeden geçmeyeyim…

Tamamen tek bir plandan oluşan ve Türk sinemasında örneği olmayan vahşi bir gerilim filmi olduğunu belirtebileceğim “Mukavemet”, genç bir adam olan Rahmi’nin hayatla olan sorunlarıyla başlayıp, beraber yaşadığı sevgilisi Ecem ile yaşadıkları çekişmeli ilişki üzerinden bir hikaye sunuyor. Ancak film bir anda, bir cinayet üzerinden bir ilişki sorgulaması yapıyor. Bu noktada da vahşi bir kan filmi izliyoruz. Tek planda oldukça kaliteli çekilmiş, teknik başarısı güçlü ve Senaryosundaki pürüzleri saymazsak, dayanması zor ve polis bölümünde bolca kahkaha atacağınız tuhaf bir film olduğu söylenebilir Mukavemet için. Tabi filmdeki vahşet sahneleri herkesin izleyebileceği türden olmasa da, hikayedeki o dönüşümleri sevdim. Kadına bakış konusunda biraz daha alçaktan gidebilirdi film belki. Takdir edilesi bir performansa sahip olan Selahattin Paşalı, dijital platformların ardından bağımsız sinemada da aranılan bir oyuncu haline geleceğinin sinyallerini veriyor. Başarılı performansla, özellikle vahşet sahnelerindeki hıçkırıklara boğulup ağlaması, beni de çok etkiledi ve ağlayabilen oyuncular kategorisine aldım sevgili Çeşmioğlu’nu…

Yorumlar (0)