23.10.2020, 12:35

“Söylemek mi daha iyi yoksa ölmek mi?”

Aşk, bizim inşa ettiğimiz, yıktığımız, yeniden yükselttiğimiz, hasar verdiğimiz, pamuklara sardığımız; fazla ürkütücü, müthiş cazibeli, hem haz hem acı vaat eden, bir yanıyla çok gerçek ama öte yandan tepeden tırnağa kurmaca bir çılgınlık hali... Kabul edelim ki yaşanası bir çılgınlık... Deliliğin bu türlüsünden kaçmak da farklı bir delilik nihayetinde. Tarafını seç diyor hayat, seçiyorsun... Aşkı seçenler her daim cesur...

Hayatın içine ilk sıradan nüfuz etmiş bu duyguyu izlediğimiz hemen hemen her filmde/dizide, okuduğumuz her kitapta farklı halleriyle görürüz. Kimi aşkını "Sol eli başımın altında olsun, sağ da beni kucaklasın" (Kosmos) sözleriyle yansıtırken, kimi "Jeny ve ben, köfte ve patates gibiydik" (Forrest Gump) şeklinde tanımlar. Ne fark eder, önemli olan hissedilen aşktır!

"Dünya darmadağın olurken biz aşık olmakla meşgulüz" der Ilsa, Rick'e. Kazablanka filminin can alıcı cümlelerinden biridir bu. Almanlar ertesi gün Paris'i işgal edeceklerdir. Savaşın gölgesinde bir aşktır onlarınki. Ama aşktır...

24 yaşındaki Oliver ve 17 yaşındaki Elio arasındaki yaz aşkını odağına alan "Beni Adınla Çağır / Call Me By Your Name" filminde ise Oliver, Elio'ya şöyle diyor; "Beni adınla çağır, ben de seni adımla çağırayım"... İlişkilerinin gücünü ve neredeyse aynı kişi olduklarını ifade etmek için şiirsel bir metafor işlevi görecek olan "beni adınla çağır" ifadesi elbette derin anlamlar taşıyor.

Ama önce filmden bahsedecek olursak, André Aciman'ın romanından uyarlanan, İtalya'nın muazzam bir kasabasında yaşanan şehvetli bir ilk aşk hikayesiyle karşı karşıyayız. 1983 yazı... Elio (Timothée Chalamet) günlerini ailesinin 17. yüzyıldan kalma taş evde kıskanılası bir güzellikte; müzik, kitap, güneş, yüzmek, muhteşem şeftali ağaçları, dolu dolu entelektüel sohbetler, şahane kahvaltılar, büyüleyici bir atmosferle iç içe, bir yandan da kız arkadaşıyla flörtleşerek geçiriyor. Arkeoloji profesörü bir baba ve çevirmen bir anneye sahip Elio... Yaşının ötesinde bir kültürel alt yapısı varsa da, kalp meselelerinde son derece acemi.

Doktorası üzerinde çalışan çekici bir Amerikalı olan Oliver'ın (Armie Hammer), babasına yardım etmek amacıyla 6 haftalığına yanlarına gelmesiyle Elio'nun, dolayısıyla da Oliver'ın hayatı tümden değişiyor. Başlangıçta Oliver'ın çekimine kayıtsız kalmak için kendisiyle bir mücadeleye girişse de, Elio sonunda içindeki arzuya teslim oluyor. Elio ve Olive'ın kademeli olarak inşa edilen aralarındaki cinsel enerji, özlem dolu bir bakışla, entelektüel tartışmalarla veya birbirleriyle geçirdikleri sessiz zamanlarda ortaya çıkıyor.

Görsel, mekansal ve sembolik bir zekanın sergilendiği 1. Dünya Savaşı anıtının etrafında çekilmiş sahne, filmin kırılma noktasını oluşturuyor. Annesinin okuduğu 16. yüzyıldan bir Fransız aşk hikayesinden ilhamla, “Söylemek mi daha iyi, yoksa ölmek mi?” sorusundan yola çıkan Elio, yaşından büyük bir cesaretle duygularına dair konuşmayı seçiyor.

Elio'nun sigara içerken bakışlarını sabitlediği kilise, onu özgür olmaktan alıkoyan geleneğin ağırlığını vurguluyor bu sahnede. Ve savaş anıtıyla, akıp giden zamanın içinde yaşanan onca kötülüklere rağmen, insanların sözde evrimine, hala özgürce arzularını/ duygularını yaşayamıyor oluşuna işaret ediyor... Elio'nun cümleleri Oliver için bilinen, ancak dile gelmesi beklenen bir arzunun, kelimelere dökülmesinden ibaret. Fakat o, henüz Elio kadar cesur değil. "Bunu konuşmamalıyız, bunu yapamayız" dese de genç adam içindeki karşı konulmaz coşkuyla, kısa sürede Oliver'ı da yaşanacaklara dair yüreklendiriyor.

Yüzeysel bir düzeyde, Elio ve Oliver farklı bireyler ancak perspektifi genişletirsek, birbirlerine kendi isimleriyle seslenmelerinin altında yatan, yani onları eşit yapan şeyin arzuları/aşkları olduğunu görüyoruz. Herakleitos'a selam çakılan bir sahnede Oliver'ın tuttuğu notta "Akan nehrin anlamı, her şeyin onlarla iki kez karşılaşamayacağımız şekilde değişmesi değil, bazı şeylerin sadece değişerek aynı kalmasıdır" yazıyor.

Yani, ayrılığın kaçınılmaz olduğu bu aşkta önemli olan Elio ve Oliver'ın tekrar bir araya gelemeyecek olması değil, arzunun, onu deneyimleyen insanlardan bağımsız olarak var olmaya devam edecek olması.

Başından itibaren işlevselliği sorgulanabilecek baba karakterinin, sona doğru Elio ile yaptığı konuşma filmin en etkili sahnelerinden biri. Şöyle diyor oğluna; “İkinizin yaşadığı şeyin ne kadar nadide ve ne kadar özel olduğunu bilecek kadar akıllısın. İkinizin yaşadığı şeyin zekayla alakası olduğu kadar, hiç ilgisi yoktu da. İyi biriydi o. İkiniz de birbirinizi bulduğunuz için şanslısınız çünkü ikiniz de iyisiniz. Hiç beklemediğimiz bir anda doğa ana bir katakulli çevirip en zayıf noktamızı bulur. Şu an hiçbir şey hissetmek istemiyor olabilirsin. Belki hiçbir zaman bir şey hissetmek istemeyeceksin. Önceden açıkça hissettiğin şeyi yine hisset… Güzel bir arkadaşlık kurdunuz. Belki arkadaşlıktan da öteydi… Yaralarımız daha hızlı iyileşsin diye kendimizi hırpalayıp dururuz. 30 yaşına geldiğimizde de çökmüş oluruz. Ve yeni biriyle her başlangıcımızda, kendimizden sunacağımız daha az şey kalır. Ama kendini bir şey hissetmemek için zorlamak veya hiçbir şey hissetmemek çok büyük kayıp olur. Hayatını nasıl yaşayacağın seni ilgilendirir. Sakın bunu unutma. Kalbimiz ve bedenimiz bizlere bir kereye mahsus verilmiştir. Sonra bir de bakarsın kalbin yorgun düşmüş…”

Filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini üstlenen Luca Guadagnino'nun "Beni Adınla Çağır"da ortaya koyabildiği en dikkat çekici yönlerinden biri, herhangi bir izleyicinin, cinsel yöneliminden bağımsız olarak filmde kendine dair parçalar bulabilmesi... Guadagnino gösteriyor ki, heteroseksüellik de, eşcinsellik de özünde arzu, tutku, aşktır…

Önemli olan, aşkın tutkulu ve mantıksız tezahürüdür, bunun belirli bir cinsel yönelim olduğu algısı değil. Bu derinlerde o kadar da önemli olmayan bir ayrıntıdır...

2017 yapımı filmi bu denli izlenesi kılan bir diğer neden ise elbette ki oyunculuklar. Timothee Chalamet'in içindeki o muhteşem kıpırtıyı her haliyle izleyiciye geçirmeyi başardığı filmde, Armie Hammer'ın ise özellikle kavuşma sonrasındaki çocuksu değişimi gözlerden kaçmayacak kadar gerçekçi...

Sözün özü; "Beni Adınla Çağır" LGBT+ filmlerinde görmeye alışık olduğumuz trajedi unsuruna yer vermeyen, sadece aşık olan iki kişinin güzel bir hikayesi ve hepsi bu.

Yorumlar (0)