11.10.2022, 11:02

Susmayan ve kuraklığın renk bulduğu bir Altın Portakal!

Hayatin içerisinde coşkuyla duyduğumuz bazı sesler vardır. Bu coşkulu ses, benim için her zaman sinema ve kuyruklara girip dakikalarca heyecanla filmleri izlemeyi beklediğimiz festivaller oluyor. Benim için çok apayrı yeri olan ve 59.kez bu yıl düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali, tüm coşkusuyla izleyicisini selamladı. Aylar öncesinden hangi filmleri izleyeceğimi planladığım o coşku, festivaldeyken izlediğim filmler ve etkinliklerle beni aldı götürdü. Tadına doyamadığım ve rüzgâr gibi geçip giden festivalde yine yeni insanlarla tanışmak, röportajlar yapmak, heybeye yeni filmleri eklemek ve delicesine eğlenmeyi dibine kadar yaşadık.

En sert mesajların verildiği törenlere sahip Altın Portakal!

Bu yıl daha planlı, davetlisine değer veren ve bir şeyi sen düşünmeden senin için düşünen planlı bir festival ekibi vardı. Tabii ki yaşanan aksaklıklar olabilir, çünkü ülkemizin en köklü festivalini yapabilmek çok kolay değil. Ancak bu seneki Altın Portakal’dan daha keyif aldığımı belirtmem gerek. Başından sonuna kadar her zerresinde yer aldığım 59.yıl, benim için unutulmaz olacak eminim ki. Ödül törenlerinde ödün alan sanatçıların ve film yaratıcılarının verdiği ‘politik’ mesajlar oldukça dikkat çekiciydi. Yaşanan haksızlıkların unutulmadığı, hakkaniyet, ötekileştirmelere karşı inatla direnç ve bu vesileyle sinema aşkının gölgelenmeye çalışması durumuna verilen tepkiler, Altın Portakal tarihinin en ‘sert’ açılış ve kapanış törenlerini yaşattı aslında.

Bu yılki filmleri değerlendiğimde; hayvanların varlığı, her renkten insanın bir araya gelmesi yani LGBTİ bireylerin konu edinmesi, yaşadığımız ‘hayat buhranı’ içerisindeki sıkışmış hislerimiz, pandeminin getirdiği bazı hayat kuralları ve yeni türler denemek üzerine filmlerle karşılaştım. Yönetmenler sadece ‘bir hikayem var’ demeden toplumsal konuları ve hayatta yaşadığım problemlere de hikayelerine yer verdiği ama ‘umut var’ dedirten sıkı senaryolar bir aradaydı. Tabi ‘olmamış’ diyebileceğimiz ve izletisi zor olan filmler de vardı. Ama ulusal yarışma seçkisinde ‘başyapıt’ diyebileceğimiz bir filme kavuşmanın heyecanını yaşamak harikaydı. İzlediğim filmlerde bahsedeceğim Emin Alper’in Kurak Günler filmi, bağırmak istediğimiz ve yüzümüze tokat gibi inen gerçekleri anlatan bir başyapıt olmuştu. Yıllardır beklediğimiz güçlü film duygusunu hissettirmek ve hissetmek harikaydı. Filmin aldığı 9 ödül de, bunun bir nevi kanıtı aslında.

Kurak Günler şovu, Karanlık Gece şoku…

Gelelim ödüllere… Emin Alper’in “Kurak Günler” filmi, adeta şov yaparak tüm ödülleri toplamaya bir anda başladı. Bu yılın filmi olmayı kanıtlayan Kurak Günler, aldığı 9 ödülün tümünü de hak etti. Ancak ‘En İyi Film’ ödülünde yaşadığımız şok, bir süre sonra bir diğer favori filmin aldığı ödülün sevinciyle sürdü. Özcan Alper’in “Karanlık Gece” filmi hem senaryo hem de en iyi film ödülünü alarak herkesi şaşırttı. Çünkü eleştirmenlerin ve izleyicinin buluştuğu adeta tek film olan “Kurak Günler” in en önemli ödüle gitmesi bekleniyordu. Tabi ki bu durum Karanlık Gece’yi kötü bir film yapmıyor ve filmin başarılı olduğunu da kabul etmek gerek. Ancak 9 ödülü verilen bir filme ‘En İyi Film’ verilmemiş olması da bir değişik oldu. En iyi Film ve Senaryo ödülleri alan Karanlık Gece’nin jüri tarafından değer bulmuş olması da çok sevindirici.

“Ayna Ayna” filmindeki performansıyla Laçin Ceylan’ın yardımcı kadın ödülü aldığı sırada yaptığı konuşma çok anlamlıydı. Ceylan’ın iki kadın oyuncuyla eş değer rollerde olduğu filmle beraber Ceylan’ın ‘ana karakter’ler den biri olduğunu hatırlatması ve ‘kendi çabaları ve yaratıcılığını ortaya koymuş kadınların hakkını yemeyelim’ demesi çok cesurcaydı. Kendini ifade edebilen, derdini sistem bozukluğunu doğru aktarabilen oyunculara hayranım, iyi ki konuştun ve susmadın Laçin Ceylan! En iyi Erkek oyuncu ödülünü paylaşan Selahattin Paşalı ve Cem Yiğit Üzümoğlu’nun değer görmesi ve En İyi Kadın Oyuncu ödülü alan Merve Dizdar’ın fark edilmesi beni de mutlu etti. Ayrıca En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alan Erol Babaoğlu’nun yaptığı anlamlı konuşma, hala kulaklarımda… Gecenin belki de en anlamlı ödülü olan Cahide Sonku Ödülü’nü alan tutuklu yapımcı Çiğdem Mater’e verilmesi dikkat çekiciydi. Ödülü alan Kurak Günler filminin tüm kadınları, adeta tek sesle Çiğdem’e gönderdikleri selam ve destekle harikaydılar.

Hangi filmleri izledim?

Festivalde izlediğim ilk film, Uluslararası Yarışma’da yarışan ve Marina Fois’in ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülü kazandığı “Canavarlar” yani “The Beasts” oldu. Yeni bir hayat için bir kasabaya yerleşen ve bu kasabadakiler tarafından istenmeyen bir karı-kocaya odaklanan film, mücadale ve direnç göstermek üzerine dikkat çekici bir anlatıya sahip. Savunduğun değerlerden vazgeçmemek, ama bunun uğruna zorbalığa uğramak ve hatta hayatını tehlikeye atmak üzerine bir filmdi. Çok sarsıcı, sıkı bir hikayeye sahip ve izleyicisini içine alan bir filmdi Başarılı çekilmiş ama bir o kadar izlemesi zor açılış sahnesinin yanında, izleyiciyi rahat bir sonuca ulaştırmaya finali var sadece. Oyunculuklar, güçlü bir dille hikâyeye odaklayıcı türden. Özellikle Marina Fois ve Denis Ménochet başta olmak üzere Diego Anido ve Marie Colomb nefes aldırıcıydı. Ulusal Yarışma’da ilk filmimiz, Ümit Köreken imzalı “Bir Umut” oldu. Annesiyle yaşadığı çocukluk travmaları yüzünden zor bir gençlik yaşayan Umut’a odaklanan film, eşi Asiye ile Umut’un yaşadıklarına odaklanıyor. Umut’un annesi hastalanıyor ve Umut’un bu süreçte annesiyle hesaplaşmasına şahit oluyoruz. Travmaların ilişkiler üzerinde oluşturduğu bir 'büyüyememek' konusu üzerinden bir hikaye yakalayan film, aslında girdaplarıyla merak unsurlarını bir araya getirmiş. Ancak filmin sıkıntısı, görüntü yönetimi ve senaryonun ilerleyen yerlerdeki örgüsündeki problemler. Bir yandan Çehov'un Martı'sı da filmin hikayesine çok güzel eşlik ediyor. Fakat filmin odaklanmak istediği karı-koca ve anne-oğul hesaplaşmaları biraz daha yoğun bir anlatım hissi istiyor izleyici gözünde.

Baran Şukrü Babacan, üstün performansıyla gönlümüzün Erkek oyuncu ödülünü çoktan aldı bence. Umut karakteriyle kurduğu bağ dikkat çekiciydi. Anneye hayat veren Funda Eskioğlu da oldukça iyi bir performans sergiliyor. Eskioğlu karakterin yaşadıklarını tam da yaşadığı sağlık sorunuyla bağlantılı bir şekilde izleyicide güzel bir his bırakıyor. Asmalı Konak’tan beri izlediğim ve çok sevdiği oyunculardan Eylem Yıldız'ın filme kattığı renk de fark ediliyor. Yıldız bence harika bir performansla uzun zaman sonra sinema izleyicisini selamlamış. Atalay Taşdiken’in yeni filmi “Hara” Turagay atlı atla bağ kuran ve ailesiyle bir çiftlikte yaşayan küçük Beste’ye odaklanıyor. Tam bir ana akıma oynayan, naif bir duygu film aslında film. Televizyon filmi tadında ve sade, festivallik değil. Teknik sıkıntıları gözden kaçmıyor maalesef. Ancak Nehir Erdoğan'ın oyunculuğunda nefes aldım ve filme verdiği renk bence çok güzeldi. Ayrıca Isabella Haddock gibi genç ve başarılı bir oyuncuyla tanışmak güzel oldu...

Burak Çevik’in Sofia Bohdanowicz ve Blake Williams ile beraber yönettiği “Gidiş O Gidiş”, benzersiz ve farklı dünyasıyla dikkat çekti. Yaşadığı kayıp sonrası Paris’e taşınan ve yöçnetmen arkadaşları Blake ve Burak’tan mektuplar alan Audrey’e odaklanan film, hem dünyadaki var olmayı hem de başka bir hayatı sorguluyor aslında. Burak Çevik’in deneysel bakış açısıyla yarattığı filmler, her zaman tartışma konusu oluyor. Burada ise daha çok videoart ve 3D gözlüklerle izlenebilecek görüntülerle ilginç bir kafa yakalanmaya çalışılmış. Aslında çabayı sevmedim değil, ancak filmi anlamak epey bir zor. 82 dakika süren filmin hissi yaklaşık 4 saat oluyor. Bu yüzden bu seçkinin en zayıf filmi oldu. Belmin Söylemez’in yeni filmi “Ayna Ayna”, hepimize umut ve neşe saçan bir diğer yapım oldu. Oyunculuk hayaliyle yanıp tutuşan ve Osmanlı dizilerinde cariye roller oynamak isteyen Aylin, Tam bir Frida aşığı olan ve kendi yazdığı “Frida’ya Mektuplar” oyununu açık alanlarsa seslendiren Frida ile ünlü tiyatro oyuncusu Lale’ye odaklanan film, bu üç kadının hayalleri için verdikleri mücadeleye odaklanıyor. Büyüleyici tonu ve sade diliyle hikayesinde keyifli vakit geçirdim ben Ayna Ayna’nın. Tiyatronun sinemayla buluşması ve detaylı sekanslarıyla eli yüzü düzgün bir filmdi. Derinlikli hikayesi, karakterlerin iç dünyasına verdiği selam ve ince işlenmiş naif dokusuyla pırıl pırıl bir izletişi vardı. Ancak filmin tek sıkıntısı; fazla uzun sürmesi ve üç hikayenin bir noktada dağılmaya başlaması. Bir süre sonra bitmesi gereken yerde bitmeyen film, fazla uzuyor ve bu da filmden bir süre sonra kopmamıza neden oluyor. Finalde ise üç farklı kadının, ama bazen de birbirlerine benzeyen kadınların, bir noktada bağlanmasını istiyoruz, bu da mümkün olamıyor. Ama başlangıcı itibariyle, oyuncu olmaya hevesli iki kadın ile oyuncu olmayı başarmış ama zorluklarını göğüslemiş bir kadına odaklanma fikri çok güzel işlenmiş.

Hayran olunası oyunculuğuyla Laçin Ceylan, filme büyük bir renk katıyor. Hayran olunası oyunculuğuyla karakterine kendinden de çok büyük duygular katmış, büyük bir alkışı hak ediyor. Uzun zaman sinema eleştirmeni olarak tanıdığımız Manolya Maya’nın etkileyici oyunculuğuyla tanışmak harikaydı. Oyuncu olmaya çalışan ve bunu başarmak için çalışan Aylin’e, ilk oyunculuk deneyiminde çok sıcak bir etkiyle karşılık vermiş Manolya… Ayrıca Şenay Aydın’ın Frida ile verdiği selam da ayrı keyif verdi. Ve açık havada izlediğim tek film, büyük bir heyecanla beklediğim Park Chan-wook’un “Ayrılma Kararı” filmi oldu. Absürt mizah ve romantizmin ustalıkla işlenmiş halini izlemekten büyük keyif aldım. Cinayet ve aşk zıtlığını bir bakıma görünür kılan film, kara mizah tadında heyecanlı, gerilimli ve bir o kadarda kahkaha vadeden cinsten. Sanırım mükemmeliyetçi bir adamın yaşadığı imkansız aşk, bu kadar gıcık ve bu kadar ruha işleyen bir şekilde anlatılabilirdi. Ancak finali kadar acıtıcı, hüzünlü ve etkileyici bir sahne olamazdı. Tang Wei ve Park Hae-il başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosu inanılmaz performanslara imza atıyorlar.

Karavan yaşamı, çocuk hasreti, ilkelerinden ödün vermek ve ekonomik buhran… Léopold Legrand’ın yönettiği “Altıncı Çocuk” tamda bu noktadan hem zor durumlara hem de yasa dışı yoldan ihtiyaçları bulmaya odaklanıyor. Çocukları olamayan varlıklı bir aile ve altıncı çocukları yolda olan yoksul bir aile denklemini iyi kurgulayan film, senaryosuyla izleyeni oldukça şaşırtıyor. Ancak filmin senaryosunun yanında, oyunculuk performansları da dikkat çekmiş. Sara Giraudeau, Damien Bonnard, Judith Chemla ve Benjamin Lavernhe mükemmel ötesi performanslarla filmde yer alıyorlar. Her biri karakterlrine sıkı sıkıya sarılmış hayran olunası şekilde karakterlerine hayat vermişler. Onur Ünlü, yeni filmi “Bomboş” ile izleyiciyi selamlayan bir diğer yönetmen oldu. Fotoğraf çekme tutkunu olan Günel, çalıştığı şirket aracılığıyla Kıbrıs’ta tatil yapma hakkı edinir. Bu hakkı kazanan bir başkasının yerine tatile giden Günel’in başına gelmeye kalmaz… Onur Ünlü'nün özlediğimiz kendine has komedisine dönüş sinyali verdiği film, absürt ve bir o kadar şaşırtıcı dünyasıyla eğlendiriyor. Aslında ‘sahip olduklarıyla yetinmeli insan’ mesajını sağlam şekilde veren film, yer yer de Ünlü’nün Kıbrıs’a gittiğinde ‘ben burda bir film çekeyim ya’ demesiyle başlayan bir hikaye sonucu ortaya çıktığını da hissettirmiyor değil. Aslında o tatil rüyasına daldırıyor film, ama bir süre sonra bitmeli de dedirtiyor. Çünkü gereksizce uzuyor ve özellikle cinayet temalı kısımları bir süre sonra filmin gittiği güzel duygudan uzaklaştırıyor. Bu arada Serkan Keskin ve Settar Tanrıöğen harika ikili olmuşlar, enerjilerine hayran kaldım. Ayrıca Hazar Ergüçlü'nün renkli bir karakterle filme dahil oluşu da güzel olmuş.

Emin Alper’in başyapıtı: Kurak Günler

Festivalin tartışmasız benim için en iyi filmi ve yönetmenin ‘başyapıt’ı diyebilecek kadar saygı duyduğum filmi “Kurak Günler”, aslında hepimizde içimizde tutup sıktığımız, unutmak bir yerde dursun mıh gibi her zaman aklımızda olan kötülükleri, gözler önüne seren bir başyapıt filmi. Emin Alper’in dördüncü uzun metrajlı filmi olan Kurak Günler, Yanıklar kasabasında geçiyor ve kasabaya yeni atanan yeni savcı Emre’nin yaşadıkları üzerinden ilerliyor. Bu kasabada saygı ve sevgiyle karşılanan Emre’nin bir anda döngüyle beraber ‘yaşadığı büyük problemler, başına dert mi açacaktır?’ diye soruyor aslında film… Emin Alper, aslında hepimizin bağırmak istediği konulara değinerek tokat gibi bir film yaratmış Kurak Günler ile... Sarsıcı, elleri yumruk haline getiren bir his yaratan mükemmel ötesi bir başyapıt. Filmde pandemiyle beraber yaşadığımız kurak problemler, ekonomi, koltuk sevdası, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemek, kısacası ülkedeki tüm pislikler resmediliyor. Ve bu resmediliş, cesurca ve korkusuzca yapılmış filmde. Madımak Katilamı’na yapılan gönderme ya da selam da diyebiliriz, filmin belki de en can alıcı ve izleyeni acıdan titretici sahnesi olabilir. Tütyleri diken diken eden o sahne, aslında sanki o olayı dibimizde şu an yaşanıyormuşçasına çekilmiş ve izleyicide o his yaratılmaya çalışılmış. Ki başarılmış da aslında, çünkü ülkedeki günümüz ve tarihe geçen bütün olaylara dikkat çeken bir zihin haritası yayılmış filmde. Ortaya çıkan dev atmosfer, filmi kelimelerle anlatmaya yetmiyor.

Kaliteli bir senaryonun yanında bir de dev görsellik, filmden etkilenmeye yetiyor da artıyor. Savcı Emre’nin başına gelenler, aslında tüm bürokratik sorunların bir nevi bir araya geldiği ve güçlünün kazanmak uğruna idealistleri ve doğrucuları alt etmeye doğru sürüklemesine işaret ettiriyor. Aslında ‘umut var mı?’ sorusu film boyunca zihnimizde dönüp duruyor. Ve bunun cevabı da, filmin mükemmel ötesin final sahnesiyle veriliyor aslında. Selamlar oldun tüm obruklara! Selahattin Paşalı muhteşem bir performans sergilemiş, karakterle o kadar iyi bağ kurmuş ve Emin Alper, Paşalı ile o kadar iyi bir oyuncu-yönetmen ilişkisi inşa etmiş ki hayran oldum. Ayrıca Ekin Koç’un bu denli cesur bir karaktere verdiği ruh çok umut aşılayıcıydı. Selin Yeninci’nin hakime hanıma duyduğu yakınlık, yer yer donuk surat ifadesi, yer yer gülümseme ve yer yer alaycı bakış; harika bir hakime hanım canlandırmasıydı. Ve filmde mest olduğumuz Erol Babaoğlu, ‘sen neymişsin be abi!’ dedirten ve bir karakterden bu kadar tiksinmemize neden olan Babaoğlu’na dev alkışlar göndermek gerek. Bir yandan da Erdem Şenocak’ın tiplemesine de selam vermeden geçmemeli. Filmin yıldız oyuncusu Eylül Ersöz’e de bol alkışı göndermeli…

Festivalin tek ilk filmi olarak dikkat çeken yapımı “Kar ve Ayı” mecburi hizmet yolunda, çetin kış mevsiminde kasabasına gitmeye uğraşan hemşire Aslı’nın yaşadıklarına odaklanıyor. Gerilim dolu bir hikaye içerisinde ve bembeyaz karlar altında bir coğrafyada bir zoru başaran film, Karlı bir Anadolu kasabası izletisini ağır bir yoldan anlatmayı tercih etmiş. Mevsim zaten durağanken hikayenin de yavaş ilerlemesi biraz izleyiciyi zorlamış. Ancak güçlü bir kadın imajı çizen film, yer yer gerilim anlarıyla da dikkat çekiyor. Ama bir yandan süresel açıdan uzunluğu ve finalsizlikten dolayı eksiye düşen bir tarafı olduğunu da belirtmek gerek. Bu tabi ki Kar ve Ayı’yı vasat bir film yapmıyor, bence ilk filmine göre Selcen Ergun, başarılı bir teknik yaratmış filmde. Sadece yönetmenin tercih ettiği buhranlı ve zor yola, bir tık daha hareket katılabilirdi sanki. Başrolde yer alan Merve Dizdar sade, abartısız ve duru oyunculuğuyla başarı sergiliyor. Zaten harran olunası performanslarını izlediğimiz Dizdar, bu filmde de başarılı. Aynı şekilde Saygın Soysal, Asiye Dinçsoy ve Onur Gürçay’ın performanslarını da alkışla karşıladığını belirtebilirim. Kaan Müjdeci’nin yıllardır beklenen filmi “Iguana Tokyo”ya da nihayet kavuştuk. Müjdeci’nin çocukluk döneminden bir hikayeden yola çıkarak yarattığı film, ilginç ve bir o kadar heyecan verici bir film türünün geldiğini müjdeledi aslında. 'Sanal oyun mu gerçek mi?' diye kendi kendime filmi izlerken sorarken, aslında yenilikçi ve bambaşka bir film izlediğimi fark ettim. Mükemmel görüntü, sanat ve ses yönetimi de cabası. Dolu bir film olmasından dolayı hissedilen süresi belki biraz fazla. Ayrıca Ertan Saban, Saadet Işıl Aksoy ve Deniz Ülkü mükemmel performanslara imza atmışlar.

Bir düğün, bir bekleme odası, iki yakın arkadaş, aşk, yalanlar ve sırlar… Etkinliklere ya da düğünlere katılmak için vermemiz gereken ‘LCV’ cevabı, bir filmle hayat buldu. İsmet Kurtuluş ve Kaan Arıcı imzalı ‘LCV Lütfen Cevap Veriniz’ filmi, mutlu bir günle başlayıp hüsranlı bir yola doğru izleyeni sürükleyen cinsten. Gelin ve damadın odasında geçen filmde evlenmek üzere olan Ceren ve Semih mutluluğu doruklarda yaşarken, bir anda en yakın arkadaşları Mert’in sırları açığa çıkarmaya başlaması ve sorgulama peşine düşmesiyle bu mutluluk gölgeleniyor. Tek mekanda geçen ve az oyunculu kaliteli film ener vardır. Senaryosuyla ve yarattığı karakterler arası gerilimle övgüyü hak eden cinsten film. Filmde her bir karakterin sorgulanma yaşaması, kendiyle çelişmesi, vicdanlarıyla baş başa kalmaları ve kimi zaman bencilce ‘ben haklıyım’ demeleri de aslında tipik bir Türkiye panoraması yapıyor. Her türden insanı içerinde barındıran ve insan sesi olan üç karakter, adeta tüm bencilliklerimizi ve yalanlarımızı bizlere hatırlatıyor. Bazen küçücük tatlı bir yalanla hiç tahmin edilemeyen ve nereye gelinebileceğini bilemeyecek yerleri de kanıtlar cinsten. Cem Yiğit Üzümoğlu olağanüstü performansıyla izleyeni mest ediyor. Özellikle ağlama sahnesinde ben de onunla ağladım ve bağ kurduğumu hissettim, mükemmel bir oyuncusun sen Cem... Melisa Şenolsun, ilk bağımsı film projesinde harika bir performansa imza atmış, Ceren’in psikolojisini çok doğru yansıtmış. Ushan Çakır’ın filme kattığı renk de ayrı bir keyif veriyor.

Ve gelelim festivalde izlediğimiz son film ve ‘En İyi Film’ ödüllü “Karanlık Gece” ye… Özcan Alper’in yönettiği film, kasabalı genç bir adam olan İshak’a odaklanıyor. İshak’ın Sultan’a olan aşkı, kasabaya yeni atanan memur Ali, ortaya çıkan yalanlar ve söylentiler ve daha birçok detayın buluştuğu film, başarılı bir sinematografiye sahip. Doğa, ölüm ve insan arasında kurduğu ilişkisiyle dikkat çekiyor aslında. Ama benim sinemama çok uygun hissedemediğim için hikâyesinde çok büyük bir derinlik bulamadığımı da söylemem gerek. İçine kapanık, sert ve zor bir hikayeyle yola çıkan filmde aslında metaforik anlamların da yer alması bir hayli ilgi yakalıyor aslında. Ancak filmin final sahnesindeki metaforlar da beni aşırı etkiledi. Yar yağışı, kara kulaklı kedi ve çukurun dibi, ağlatan ve bir bakıma sert bir darbe indiren güçlü bir final niteliğinde. Bir yandan filmin güçlü sistem eleştirisi, yaşanan olaylara yaptığı göndermeler ve can acıtıcı halimizi izleme halimiz de dikkatimi çekmedi değil… Berkay Ateş ve Cem Yiğit Üzümoğlu başarılı performanslarıyla adeta karşılıklı şov yapıyorlar. Özellikle Berkay Ateş, İshak karakteriyle büyük bir başarı yakalamış. Pınar Deniz’in renk kattığı fark edilmiyor değil. Ayrıca Sibel Kekilli'yi ve ilk başta tanımakta zorlandığımız (makyaj başarısından dolayı kutlanmalı) Taner Birsel'i de görmek çok hoş oldu...

Yorumlar (0)