“Ben bir inat hikayesiyim”

Bugün vizyona giren Gündüz Apollon Gece Athena filminde Defne karakterine hayat veren Ezgi Çelik, yorgun, yılgın ve sıkışmışlık hissinden çıkış şeklinin üretmek olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Benim öfkemi atma şeklim bu. Ben bir inat hikayesiyim.”

RÖPORTAJ 26.09.2025, 13:59 26.09.2025, 15:50
“Ben bir inat hikayesiyim”

Gündüz Apollon Gece Athena… Sizce de bir film adı için fazlasıyla çekici değil mi? Üstelik Kusursuzlar filminin senaristi ve yapımcısı Emine Yıldırım’ın ilk filmi ve bu filmle Tokyo Film Festivali’nden “Asya’nın Geleceği” ödülünü aldı. Film şu anda 32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Kurmaca Yarışma kategorisinde yarışıyor. Ve bugün vizyona girdi. Yani izleyeceğiniz film yarın Altın Koza ödüllü bir film olabilir, benden söylemesi bu filmi kaçırmayın… Filmde Ezgi Çelik başroldeki Defne karakterine hayat veriyor. Ezgi’yle uzun yıllar önce tanıştık. Sahnede, sinemada ya da dizide karşınıza çıktığında fark etmek zorunda olduğunuz bir oyuncudur Ezgi. Çünkü sahne enerjisi, gözünden fışkıran ışık ve yeteneğiyle sizi birkaç saniyede almayı başarır. Gündüz Apollon Gece Athena filminde ise karşımıza sıkışmış, sıkılmış, yorgun ve mutsuz Defne olarak çıkıyor. Ölülerle konuşabilme yeteneğine sahip ama bu bir lanete dönüşmüş Defne için... Filmde Defne annesini arıyor ve yolu hayaletlerle kesişiyor. Onun anne arayışı toplumsal bir arayışa, hayaletlerle yolculuğu ise unutulmuşlara dönüşüyor. Ve bugünün cevapları geçmişte aranıyor, bilinçaltı bilinçle savaşıyor, yanına spiritüellik ekleniyor. Can yakan bir konu beklemedik bir naiflikle sergileniyor. Bu filmi hayatın ta kendisi gibi acıtırken gülümsettiği için de seviyorsunuz. Gain sponsorluğunda gerçekleşen Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ezgi Çelik’le yeniden karşılaşınca filmin hissettirdiklerini konuştuk ve siz de şahit olun istedik.

"SENİ HAYAL ETTİM VE YAZDIM" PEK BULUNAN BİR ŞEY DEĞİL

  • Şu an Türkiye’de hepimiz yorgunuz ve yılgınlıktan ölmek üzereyiz. Etrafımız felaketler ve umutsuzlarla dolu. Bize yapılanları unuttuk ve acılarımız birer hayalet gibi aramızda dolaşıyor. Geçmişle bugün arasında sıkışıp kaldık. Bu saydıklarımın hepsi Gündüz Apollon Gece Athena filminde canlandırdığın Defne karakterinin giydiği şeyler aynı zamanda... Yani zamane insanı adeta Defne’de hayat bulmuş. Bu sizin için uzun bir süreçti hatırlıyorum. Hatta bu işe ilk dahil olan kişi sendin. Ezgi, bir oyuncu için o yola yönetmenle çıkmak nasıl bir his?

Kapadokya'da dizi çekiyordum ve havalimanındayım. Az sonra uçağım vardı ama uçaktan aşırı korkuyordum. Delirmiş bir vaziyette havalimanında stresle dolanırken yönetmenimiz Emine aradı ve “Sana mail atıyorum ve okumanı isterim. Defne karakterini seni düşünerek yazdım” dedi. Oya sana anlatamam, o kadar heyecanlandım ki uçağı unuttum. Resmen çıldırdım. Hem bir filmin içinde olmak hem Kusursuzlar’dan beri kaleminin hastası olduğum Emine’nin senaryosunu okumak, hem de beni düşünerek yazdığını duymak beni çok ama çok heyecanlandırdı. Bir oyuncu için bunun kıymetini anlatamam. Çok onore oldum. Bilenler bilir, bazen iyi bir film denk gelir ve oynarsın. Bazen sinema yapmak istersin ve oynarsın. Ama “Seni hayal ettim ve yazdım” pek bulunan bir şey değildir. Bunun kıymeti bambaşka… 5 yıl önceden başladı bu yol ve sonra Selen ve Barış dahil oldu.

  • Selen Uçer en yakın arkadaşlarından biri, keza Barış Gönenen de... Dostlarınla film yapmak kaymaklı ekmek kadayıfı gibi bir şey değil mi?

Dilde ve Emine oyuncu seçimini kendileri yapmak istedi. Ama tabii biz de kendi aramızda kimler olabilir diye konuşuyorduk. En son her şey bittiğinde masada Selen ve Barış vardı ve kahkahalar atıyorduk. Lale Mansur’la zaten akıl almaz bir tesadüf oldu. Düş Gezginleri’nden 30 yıl sonra beraber anne-kız oynadık. Bunun keyfi tabii ki bambaşka…

  • Bu çok konforlu gibi görünüyor. Herkes birbirinin sınırını da biliyor, ne kadar genişleyeceğini de… Bu işin kalitesini de artıran bir şey. Fakat bir yandan da tehlikeli, çünkü oyuncuyu bir yerden tutmazsan alıp gider…

Tehlike kısmı Emine için olabilirdi ama dizginleri iyi tuttu. Barış ve ben seti hep tiyatro gibi tanımladık. Biz sahneye yani sete çıkınca aktık. Emine teknik olarak hepimizle hem arkadaş oldu, hem de yönetti.

  • Senaryo 5 yıl önce sana geldiğinden bu yana ne kadar değişti?

Biz filmi 2 yıl önce çektik. O zamana kadar da pek çok versiyonda yazıldı. Bir sürü şey değişti ama senin ilk sorunda bahsettiğin her şey hep vardı. Zaten bu filmde beni etkileyen şey de oydu. Mesela Defne çok zor bir karakter. Hem yaşadıkları hem de ruhu zorluyor. Hayatımızda böyle bir insanla tanışsak, bu kadar yorgun ve provakatif biriyle arkadaş olur muyduk?

  • Ben olmazdım…

Ben de istemeyebilirim. O nedenle Defne’nin sebeplerini filmde çok iyi anlatmak gerekiyordu. Yani bu kadın neden bu kadar kapalı? Aslında neden bu kadar provokatif? Neden bu kadar mizantrop? Bayağı insan sevmiyor gibi dolaşıyor hayatta. Bütün o kırgınlık ve yük yüzünden böyleydi ve senaryonun ilk versiyonundan beri ağır ruh haline rağmen aşırı sarkastik bir espri anlayışı vardı Defne’nin. Onu hiç bırakmadı. Kendi dilinde tabii… Emine'nin Defne’nin kendi diline ve zamanına gösterdiği inceliği beni çok etkilemişti. Yani bu kadar travmatik ve ağır bir hikayede bu kadına böyle bir espri anlayışı yazmak ve onu bütün filme yaymak incelikli bir işti. Özellikle hayaletlerde bunu daha net gördük. Çünkü onlar hayatı hafifleten ve hayata da öyle bakan karakterler. Acıyı gülümseterek anlatmak ve ikisini bir arada bu dengede tutmak çok ama çok zor bir şey bence. Ama ben hayatta da onu çok sevdiğim için böyle hemen aşırı etkilenip bayıldım.

BAMBAŞKA KADINLIK HALLERİ GÖRÜYORUZ

  • Benim kutsal analık meselesiyle derdim var. Ve bu filmde gördüğümüz şey o kutsallığa çomak sokmak… Çünkü hayatta herkes anne olamaz. Sizin filminizde tüm çatışmasını anne-kız çatışması üzerine kuruyor. Bunu sinemada izlemek kıymetli…

Değil mi? Defne’yle annesi, Nazife’yle kızı ve bambaşka kadınlık halleri görüyoruz. Sinemada bambaşka kadınlık hallerini görmek, daha sonra bunu farklı bir bakış açısıyla görmek değerli. Defne çok özel bir karakter ve biz daha önce beyaz perdede böyle bir karakter de izlemedik. Anneliği kutsamadan ve böyle bir dilde anlatan bir filmde görmedik. Yani birçok yenilik var filmde. Ben Defne’ye çalışırken ve Ezgi olarak düşündüğümde anlamak zordu. Annesi 22 yaşında onu doğurmuş, gitmiş ama sonra karşılaştıklarında gösterdiği tavırla “Bu nasıl bir katılık? Bu nasıl bir kalp?” diye sorguladım. Yani kadın yıllar sonra karşılaştığı kızına “Sana istediğini veremem” diyor. Yani giderken bile kızına bir yük bırakıyor. Bu kadar net! Bu çok enteresan benim için ama bazen de hayat böyledir. Filmde şunu sorgulatmak bile önemli. Herkes anne olmak istiyor mu? Herkesin annelik duygusu aynı şekilde mi yaşanıyor? Ya da anneliğe yaklaşımı aynı mı? Anne olmanın bir zorunluluğu var mı? Bunu tartıştırmak çok önemli.

  • Hüseyin de çok kıymetli bir karakter değil mi? Politik bir meseleye bu kadar mizahi bir yerden bağlamak çok trajikomik. Barış Gönenen de oldukça naif bir yerden ele alıyor karakteri...

Sürekli aynı şeyi tekrar ediyoruz ama ülkede çok yorulmuş bir haldeyiz. Zaten özümsediğimiz hikayeyi aynı yıkıcılıkta anlatmak artık o alanı kaybettiren bir şey. Barış da Hüseyin’i farklı bir alanda çözümleyerek oynadı.

  • Filmin tek erkeği Hüseyin ama orada da onun annesiyle ilişkisini izliyoruz. Arka fonda cumartesi annesi olduğunu görüyoruz ama konu yine anne çocuk ilişkisi...                                                 

Benim de ilk okuduğumda da çok hoşuma gitmişti. Çünkü Defne'ye aksettirdiği şey aslında kendi meselesi değil. Annesiyle olan ilişkisini anlatıyor. Annesinin onu nasıl anladığı, anlamadığı, ne yaptığı, bir araya gelip gelemediği, orada da aslında bir anne meselesini inceliyor.

  • Ben felaketlerin ve o sıkışmışlığın bizi yaratıcılığa ittiğine inanırım. Ben bu süreçten akıl sağlığımı korumak için yazıyorum. Senin yöntemin ne Ezgi?

Ben sıkışmış hissettiğim zamanlarda yaratıcılığa sığınma işine yıllar önce başladım. Babamın Cumhuriyet Gazetesi meselesinde politik bir sürecin ortasında kaldık. Ailece başımıza çok ağır şeyler geldi. Televizyonda bir sürü yerden vetoluydum. Gözümü her gün “Yola devam edeceğiz, hadi” diye açtığım günlerdi. Sonra gerçekten dediğin oldu Oya. Bir gün “Devamlı aynı sarmalın içinde hayatım akacak ya da ben bununla baş etmenin bir yolunu bulacağım. Bunun yolu da üretmek” dedim. Ya oynayacaktım ya da yazacaktım. Ben o zaman oyun yazdım. O günden beri de aynı şekilde devam ediyor. Şikayet, dırdır bana yaramıyor. O yüzden oyun yapalım, senaryo okuyalım, üretelim. Benim öfkemi atma şeklim bu. İnat aslında inat. Ben bir inat hikayesiyim.

  • Bence de öylesin…

Bunu bir misyon olarak taşıyorum. İnat edeceğiz ve yola devam edeceğiz. Başka türlü hayatta duramıyorum. Var olamıyorum. Yani inat etmem ve gerçekten devam ediyor olmam lazım. Bize iyi gelen o.

"KENDİ AİLEMİZİ SEÇEBİLİYOR MUYUZ?"

  • Gündüz Apollon Gece Athena'yı Tokyo'da açtınız. Sonra Ankara ve şimdi Adana’dasınız. Bugün de film vizyona girdi. Bana coğrafi farklılılarla tüm gösterimlerde aldığınız tepkileri karşılaştırır mısın?

Tokyo’da ve Pekin’de gösterildi. Film okuma ve hissetme hızları inanılmazdı. Öyle analizler, sorular ve geri bildirimler geldi ki, filmi neredeyse bizim kadar anlayıp, özümseyip, ilişki kurmuşlardı. Bu beni çok etkiledi. Çünkü buna alışkınlar. Duyguların açık olması ve hazır olma meselesi bu! Filmi izledikten sonra izleyici önce filmi yaptığınız ve ürettiğiniz için teşekkür ediyor. Ardından filmi Japonya’ya getirdiğimiz için teşekkür ettiler. Ürettiğimiz şey için bu kadar teşekkür almak çok havalı bir durum. Ardından filmin kritikleri başlıyor. İşin bu kısmı bence sosyokültürel bir durum ve nasıl bir hayat içinde yaşadığın, kültürel olarak nasıl yaklaştığın kritiğini de etkiliyor. Mesela Defne'nin varoluşsal hikayesini ve değişimini hemen kavradılar. Anne-kız meselesi, aile kavramı, spiritüellik kısmını hemen aldılar. Aile konusunda şunu tartışmaya açıyorlar. Aile kime ve neye göre aile? Kendi ailemizi seçebiliyor muyuz? Ankara’da da benzer tartışmalara girebildik. Ama Adana ve Ankara’da daha çok politik tartışmalarla ilerledi. Çünkü bu ülkede çok politizeyiz. O farkı hemen görüyorsun. Burada hala o kadar yaralarımızla oturuyoruz ki, doğal olarak hemen oralar cımbızla çekiliyor. Japonya’da “İstediğin aileyi seçebilirsin. Kendi aileni kurabilirsin” tartışmalarına daha çok girdik. Türkiye'de ise Hüseyin yanı başımızda bu ülkenin kanayan yarası, çözülmemiş halde olarak dururken nasıl ondan bahsetmeyeceğiz. Böyle farklarımız var.

Yorumlar (0)